Visit the exhibition
29 Kasım 2011 Salı
In the Homy Space; Relocalization
In the Homy Space; Relocalization.
Individuals, just like societies, need a certain past, memory, and sui generis symbol and images to continue their existences. Values and symbols obtained from social life are individualized by transforming personal approaches and preferences. This individualization is mostly supported by the individual’s habitat.
Home as an environment carries the property of being public space for the individual’s mental and sensational realm. At the same time, it is a private space where s/he personalizes experiences and knowledge acquired from the life outside the Home. Home, for the individual, is not only a shelter but also a space in which individual and collective memory are formed and accumulated. Therefore, the relation between Memory and Home is important for coming into existence of individual and social identities.
Home, which has very close contact with the concept of family, is in charge with raising individuals for other institutions for the persistence and reproduction of society. This space where society is reproduced is crucial for determining the societal role of the individual. In this respect home is a “threshold” or “in-between” place for passing from private to public space.The individuals whose social roles are definite and competent for others might have to leave home temporally or permanently to accomplish his/her personal and social responsibilities.
Actually, the individual can not leave the Home completely because individual is identified with it, s/he has formed an identity and it is very difficult to detach from this identity. In this case, the best thing to do is to try to control relocalization while struggling with the negative effects of delocalization. In order to realize the relocalization process under the control of the individual, it is necessary to make a sense of belonging in space. In this point, memory should be carried to new space and realized in life. For that, instead of living in a space, the individual should be in a dialog with space and experience it. This prevents the individual to be scattered from the new environment in which s/he is a foreigner.
This is encoding Home with images, symbols and affects and carrying it. It is to be identified with destination, IN-HABITING and being itself.
As an Italian Jesuit priest Matteo Ricci, who was a missioner in China for long time, said four hundred years ago:
“You will build a palace for yourself and inside it you will place every word, face, knowledge and memory which you want to remember. You will design your memory as a unity. You will decide the architecture of your memory; you will set up the order of your memories. You will be the master of your past”.
This is the proof of our existence…It is the Identity.
“You will build a palace for yourself and inside it you will place every word, face, knowledge and memory which you want to remember. You will design your memory as a unity. You will decide the architecture of your memory; you will set up the order of your memories. You will be the master of your past”.
This is the proof of our existence…It is the Identity.
Seçkin AYDIN
Czech Republic , October, 2011
Czech Republic , October, 2011
This exhibition consist in artistic interventions to make shelters into one’s domestic space, by artists who came from different countries with temporarily exchange program.Artworks will be exhibited at their real places, at artists’ living room, bathroom, kitchen and even toilet, in the attempt to close capture real stories, real-time and real space.This takes place in a Ten-story building, on seven floors. In this way, there will be circulation at elevators, corridors and in dwellers’ apartments. Private spaces of artists will become public spaces, where people can dialogue with each other about art and life issues.
The exhibition aims to remove the whole building out of its real purpose, in other words to transform it into space itself."
Curator:
Seçkin Aydin
Seçkin Aydin
Artists:
Adeliina Marková (CZ)
Aida Markeviciute (LT)
Aleksandra Paluch (PL)
Alena Bušíková (SK)
André Uváèková (SK)
Ashton Haws (UK)
Damla Gül Tanrikulu (TR)
Debbie Claxton (UK)
Helena Velièová (SK)
Jacklina Jekova (BG)
Lucka Mikušová (SK)
Nikola Nikolai (CZ)
Steven Rossiter (UK)
Tib Roibu (RO)
Victor DM Rodriguez (SP)
18 Temmuz 2011 Pazartesi
UYARILAR / TEMBİHLER / TEHDİTLER: ELE GEÇİRİLEMEYENİN DOLAYIMINDA BİR SERGİ
Karmaşık, çok parçalı bir yapı olan toplumsal yaşamın bulanıklaştığı, her şeyin belli belirsiz silüetler halinde göründüğü “an”ları vardır. Böylesi “an”larda, özellikle söylemsel kargaşalar, (kendi) dünyamızın sınırlarının ötesini / berisini, bir alt-üst “oluş”a sürükler. Bu duruma , sürekli askıda kalan haller de denilebilir. Sözün, imgelemin, anlamın ters-yüz edilmiş boyutu bu karmaşanın yapısal yönünü oluşturur. Bu boyutu, söz konusu sergiyle ilişkilendirerek, serginin küratörlerinden Hüsnü Dokak’ın sözleriyle ifade edersek; “Siyasetin belirlediği tüm bireysel ve toplumsal ilişkiler (…), sağlam olmayan bir zemin üzerine kurulu olduğundan, dost-düşman kavramları iyiden iyiye karmaşık bir hal aldı. Dolayısıyla, karmaşık toplumsal ilişkilerden nasıl bir sonuç çıkacağını önceden kestirememenin yarattığı tedirginliği yaşamamak elde değil (…)”.
Siyaset(ler)in dayandığı egemen ideolojik yapıların bu alabildiğine kaygan/buzlu/soğuk zeminleri, toplumu oluşturan tüm bireyleri de, her an içine alabilecek çatlaklara, -sistemin nefes alıp verdiği çatlaklara - sahiptir. Bu ölümcül zeminler, yaşamı, yanılsamalarla dolu, güvensiz, tedirgin edici, tehlikeli ve tanımlanamaz kılar. Ashty Addo, Awni Sami, Bahar Demirtaş, Barış Seyitvan, Erdal Duman, Fırat Bingöl, Hüsnü Dokak, M.Ali Uysal, Mehmet Öğüt, Samet Aydın, Seçkin Aydın, Serkan Demir, Serpil Odabaşı, Şefik Özcan, Uğur Orhan ve Walid Siti’nin katıldığı ve Amed Sanat Galerisi’nde açılan sergi, bu anlamda, içinde bulunulan “durum”u ismin tüm hallerinde görünür kılmaya çalışıyor.
Serginin küratör-sanatçılarından olan Hüsnü Dokak’ın “Hiza” isimli çalışması, serginin genel görünümü içinde, bir sınır-durumun içerdiği dehşeti, kendisine eşlik eden azami disiplinle, tüm mekana bir sis gibi yayıyor. Bir sıra düzeni içinde, kendilerini harekete geçirecek üst bir sesi tekinsiz bir titreşim içinde bekleyen hayalet figürler, oluşturdukları tek sesli koroyla izleyene “kendine dikkat et” tehditinde bulunuyor gibiler. Samet Aydın, “Seksek” adlı performativ çalışmasıyla, militarizmin tüm dünya yüzeyinde cebren ve hile ile oluşturmuş olduğu yapay sınırları, dil/oyun düzleminde sorunsallaştırıyor. İzleyiciyi de bu dil/oyun düzlemine dahil eden Aydın, galerinin sert, soğuk zeminine yumuşak bir iniş yapıyor. Galeri mekanının izleyiciyi karşılayan merkez noktalarında Seçkin Aydın’ın “öteki”nin kabul edilebilirliğinin gerilim noktalarını, bir üst-anlatının tümel ifadesi olarak ortaya koyduğu “ÖTEkim olursan ol, yine de gel” (Mc Rumi), adlı çalışması, kendisini, “ötekiliğin” icad edilmiş yapısı üzerine temellendiriyor. Galerinin merkez alanında, duyumsanabilir olanın paylaşımında, rolünü sözcük oyunlarıyla oluşturduğu MAYIN (dokunMAYIN, konuşMAYIN, okuMAYIN, anlaMAYIN…) çalışmasıyla sürdüren Seçkin Aydın, “hasılı sözümün tersine yürü”, kabilinde, söylem eleştirilerini ironinin sınırlarında sürdürüyor. Erdal Duman’ın “Gül Tarlası” adını verdiği, alacalı pombaları ve galeri duvarında özensizce asılı duran yeşilimtırak kaleşnikofu, formlarının keskinliğine ölümcül soğukluklarını da ekleyerek, yüzümüzde asılı kalan belli belirsiz bir tebessümle, bizi, tekinsizliğin karanlık, yüksek duvarlarıyla karşı karşıya getiriyor. Awni Sami ‘nin “İsimsiz” adını verdiği çalışması, kaotik toplumsal zamanlara dair olup erk sistemlerine göndermede bulunuyor. Sembolik anlamda erkek egemenliğini temsilen oluşturduğu kırmızı renkli üçgenleri ve bu erkin yapısal bileşenlerini bölümleyen sözcükleri, Sami’nin yerleştirmesini bir tarih şeridi gibi okumamızı sağlıyor. Bir diğer sanatçı, Ashty Addo, “İsimsiz” adlı foto-performasıyla, toplumsal yapıların üzerinde yükseldiği söylemsel zeminlerin kayganlığını, güvenilmezliğini, üzerinde dik durabilmeyi mümkün kılamayacak çatlaklarını, biçare denge arayışıyla işaret etmeye çalışıyor. Mehmet Öğüt’ün, militarizmin tek-tipleştirici faktörel kuvvetleri üzerine oluşturduğu ve bu sürece toplumsal tüm kurumların (aile-okul vs) nasıl törensel bir vecd hali içinde hizmet ettiğini sorunsallaştıran, “Islahat- maruz kalmak” isimli videosu, Barış Seyitvan’ın “Nothing” adını verdiği ve sonsuz muş gibi gelen iç karartıcı bir ölüm koşusuyla savaşı sorunsallaştırdığı video çalışması, Fırat Bingöl’ün “Güven Oyunu” adlı videosu, temelde erkin, güvensiz, tekinsiz, soğuk, ölümcül kıldığı yaşamın tam ortasında kalan, kıstırılmış, çaresizleştirilmeye çalışılan bireyi konu ediniyor. Serpil Odabaşı’nın, kadına yönelik şiddeti konu aldığı boyamalarını, Bahar Demirtaş’ın şiddeti parodik bir dille oluşturduğu kolajları çığlığa dönüştürüyor. Yine ironinin sınırlarında gezinen sanatçı Uğur Orhan’ın hükmet-me pratiklerini alaycı bir dille ele aldığı, “Hoca Ne Oldu?” adlı, foto-performası, nihayetinde eriyip gitmeye, sınırlarından içe doğru büzülmeye mahkum katılaşmış yapıların askıda kalmış hallerini görünür kılan M. Ali Uysal’ın “Askıda” isimli çalışmasıyla, kaotik, güvensiz, belirsiz bir toplumsal aralıktan bakışıma sunulan sergideki yerlerini alıyorlar.
Şefik Özcan 2011
2 Temmuz 2011 Cumartesi
6 Haziran 2011 Pazartesi
Kendine Dikkat Et! Hay Ji Xwe He Be! Take Care of You!
Kendine Dikkat Et!
İnsan hayatını kolaylaştırma adına yapılan bunca ilerlemeye rağmen dünyada kendi yönümüzü bulmamıza yarayan en temel değerlerin bu denli güvensiz olmasını neye bağlamamız gerektiği sorusu tartışmaya açıktır. Tartışılmayacak kadar açık olan bir şey varsa o da, gündelik yaşamdan kaygı duymanın her zamankinden daha fazla oluşudur. Bunun nedeni de, ayağımızı basacak sağlam bir zeminin artık eskisi gibi olmayışıdır....
İnsan hayatını kolaylaştırma adına yapılan bunca ilerlemeye rağmen dünyada kendi yönümüzü bulmamıza yarayan en temel değerlerin bu denli güvensiz olmasını neye bağlamamız gerektiği sorusu tartışmaya açıktır. Tartışılmayacak kadar açık olan bir şey varsa o da, gündelik yaşamdan kaygı duymanın her zamankinden daha fazla oluşudur. Bunun nedeni de, ayağımızı basacak sağlam bir zeminin artık eskisi gibi olmayışıdır....
Siyasetin belirlediği tüm bireysel ve toplumsal ilişkiler işte bu sağlam olmayan zemin üzerine kurulu olduğundan dost - düşman kavramları iyiden iyiye karmaşık bir hal aldı. Dolayısıyla, karmaşık toplumsal ilişkilerden nasıl bir sonuç çıkacağını önceden kestirememenin yarattığı tedirginliği yaşamamak elde değil. Nerede ve nasıl yaşarsak yaşayalım, elimizin altında tüm gelişik teknolojik aletler olsa bile kendimizin, yakınımızın, tanışık olduklarımızın başına bir şey gelmesinden daha fazla korkar olduk. Son on yıldır, içinde bulunduğumuz bu durumu özetleyen kendine dikkat et! cümlesi tedirginliğimizi uç noktalara taşımaktadır.
Sosyal iletişim yöntemlerinin zenginliğine rağmen karşımızdakini anlayamamamız, yani, her şeye rağmen kendi başlarının çaresine bakabilmenin yolunu bulanlardan habersiz kalışımız da günümüzün başlı başına başka bir sorunudur. Uyarıya ihtiyacı olmadığını bilmeden hafif yollu “kendine dikkat et” demek “sen beceremezsin, dikkatli ol” uyarısı anlamına geliyor ki, kendi içinde paradoks bir anlam fukaralığını barındırmaktadır. Düşünülmeden söylendiğinde karşıdakini yoksul sanmaktan başka bir şey değildir.
Bilgilerini ve becerilerini değil, karmaşık ilişkilerini ustaca kullananların sahip olduğu başkalarını kolaylıkla safdışı bırakma cüreti, elde ettikleri ayrıcalıklı konumdan almış oldukları güçten kaynaklıdır. Bu imtiyazlı pozisyon kendini yine aynı cümlede ortaya koymaktadır: Kendine dikkat et!.
Nasıl kullanılmak istendiğine bağlı olarak anlam değiştiren kendine dikkat et cümlesi, yön bulmamıza engel zemin kaymalarını çok sık ve yoğunlukta yaşadığımızın bir metaforu gibi ağzımızın içinde her an ve herkese karşı dışarıya fırlayacakmış gibi duruyor. Öğüt, uyarı ve tehditlerle dolu!.
Take care of you!...
Hüsnü Dokak, 2011
---------------------------------------------------------------------------------------
Hay ji xwe hebe!
Ligel hemû pêşketinên ku ji bo hêsantirkirina jiyana mirov derketine hole jî, pirsa bêewlebûna nirxên bingehîn ku ji bo paşeroja me diyarde ne, dê çawa werin şirovekirin ji nîqaşan re vekiriye. Tiştê zelal yê ku ne hewce ye were nîqaşkirin jî, ji hemû deman bêtir pirbûna gumanên ji jiyana rojane ye.
Sedema vê yekê jî êdî weke berê ji bo danîna lingên xwe, tunebûna parzemîneke qewîn e .Ji ber ku hemû têkiliyên kesane û civakî ji alî sîyasetê ve li ser vê parzemîna neqewîn hatin damezirandin, têgehên dostî û dijminiyê ji bin ve tevlîhev bûn. Nejiyîna diltepîniyên nedîtin û texmînnekirina encamên van têkiliyên civakî yên tevlîhev ne pêkan e.
Jiyana me li ku derê û çawan dibe bila bibe, dîsa di bin destê me de çiqas amûrên teknolojîk dibin bila bibin, em ji jiyana xwe, ji jiyana nas û naskiriyên xwe bi guman in. Rewşa me ya deh salên dawî ku bi hevoka “ hay ji xwe hebe” hatiye vegotin, tirsa me derdixe asta herî jor.
Ligel hebûna ewqas rêbazên ragihandinê yên civakî nefêmkirina me ya ji hev, ligel hemû tiştan hayjênebûna ji kesên ku bi awayekî rêbazên çareserkirina pirsgirêkên xwe dibînin, bi serê xwe pirsgirêka me ya rojane ya bingehîn e. Bêyî ku pêdiviya bi hişyariyê bizane, bi awayekî qerfî, gotina “hay ji xwe hebe” û “tu nikarî pêk bînî, balder be” tê wateya hişyarkirinê ku di nava xwe de paradokseke ji wateyê bêpar dihewîne.
Ev hevoka “Haj ji xwe hebe “ ku li gorî bikaranînê wateya wê diguhere, astenga pêşbînî û weke metafora hejîna zemînan e ku di jiyana me de bi piranî tê dîtîn û li hember herkesî dike ku bipijiqe, di devê me de disekine. Digel şîret, hişyarî û gefan!
Hay ji xwe hebe!...
Take care of you!...
Hüsnü Dokak, 2011
----------------------------------------------------------------------------------------
Take Care of You!...
Regardless of such advancements towards bettering human life, the insecurity of such direction-finding values is indeed open for questioning. The very obvious and unquestionable thing is that our daily concerns are more than ever. The reason to that is the inexistence of the very steady ground we once used to step on.
Regardless of such advancements towards bettering human life, the insecurity of such direction-finding values is indeed open for questioning. The very obvious and unquestionable thing is that our daily concerns are more than ever. The reason to that is the inexistence of the very steady ground we once used to step on.
Because all individualistic and communal relations that are determined by politics stand on this unsteady ground, the friend-enemy notion approached towards a complicated state. Therefore, it is inevitable to avoid the concerns created by the inability of foreseeing a conclusion of such complicated relations. Regardless of where and how we live, whether we have the most technological devices on hand or not, we fear even more now, that a relative or someone we know would get in trouble. As it summarizes the situation that we have been in within the last decade, the term “Take Care of You” elevates our concerns to it’s peak.
Another problem is the inability to understand one another, despite of the abundance of social communication methods, that is to say, the lack of communication with those who can take care of themselves regardless. Saying “Take Care of You “ while not knowing the need for the caution, means “you are incapable, be careful” and therefore the phrase becomes nothing but a poor and meaningless saying that contradicts itself. When said without thinking, it is no different than assumption of the other person’s poverty.
The urge to eliminate others, not through knowledge and abilities but through the diplomatic use of complicated relations, is caused and empowered by concessive positions. This concessive position again betrays itself in the same sentence: “Take care of you!”
Shifting meanings depending on the usage, the sentence “Take Care of You” exists as a metaphor ,about to slip out of our mouth at any moment and to anybody, against our ability to find direction on a ground where convulsions and unsteadiness is stronger than ever. Full of admonition, caution and coercion!.
Take care of you!
Husnu Dokak, 2011
Tarih/Dîrok/Date: 28 Mayıs – 13 Haziran 2011
Yer/Cî/Place: Amed Sanat Galerisi - Sümer Park, Diyarbakır
Küratörler/Afiriner/Curators: Hüsnü Dokak, Samet AYDIN, Seçkin Aydın.
Sanatçılar/Hûnermend/Artists
Ashty Addo
Awni Sami
Barış Seyitvan
Bahar Demirtaş.
Erdal Duman
Fırat Bingöl
Hüsnü Dokak
Mehmet Ali Uysal
Mehmet Öğüt
Samet Aydın
Seçkin Aydın
Serkan Demir
Serpil Odabaşı
Şefik Özcan
Uğur Orhan
Walid Siti
23 Nisan 2011 Cumartesi
9 Şubat 2011 Çarşamba
28 Ocak 2011 Cuma
Elif Dastarlı- Birgün Gazetesi
http://www.birgun.net/culture_index.php?news_code=1296227396&year=2011&month=01&day=28
"EVvel mekan içinde"
Elif Dastarlı
Plastik sanatlar söz konusu olunca İstanbul ve dışını merkez-periferi ilişkisine göre tanımlamak, mevcut hegemon söylemi pekiştirmek anlamına geliyor aynı zamanda. Dolayısıyla Diyarbakır’da gerçekleştirilen ‘Evvel Mekân İçinde’ sergisinden, bunu yapmaktan kaçınarak bahsetmek gerek. Üstelik özellikle 90’larda kimlik meselesini başköşesine koyan bu coğrafyadan çıkan sanat biçimlerinin aksine, sanat tarihinin majör diline bir gönderme yapması nedeniyle serginin durduğu ayrıksı yerin altını da çizmeliyiz.
Özellikle Batılı sanatçıların yaşadıkları evlerde sergi gerçekleştiriyor olmaları ya da bir apartman dairesinden devşirme sanat galerisinde sergi izlemek alışıldık bir durum. Ancak bireysel ve toplumsal kimliklerin oluşmasında birinci sırada yer alan, bir nevi kabuğumuz, dışarıya atacağımız ilk adımın eşiği, ilksel/saf mekân olan ‘ev’, ‘Evvel Mekân İçinde’ sergisinin mekânı, konusu hatta bizzat kendisi haline gelmiş.
Hüsnü Dokak, Samet Aydın, Necla Rüzgar, Nancy Atakan, Yasemin Nur Toksoy, Gözde İlkin, Gülçin Aksoy, Barış Seyitvan, Şefik Özcan, Fatoş İrven, Aslı Işıksal, Özlem Tekdemir, Uğur Orhan, Menekşe Samancı, Aşkın Adan ve Dilek Güneş’in katıldığı serginin küratörü ise “iş başa düşmüştür” diyerek bu işe girişmiş olan Diyarbakırlı sanatçı Seçkin Aydın.
TOPLUMSAL KİMLİĞİN GERİLİMLİ NESNELERİ
Eve dönüşü ve aslında kendine yönelişi amaç edinen sergi, ‘ev’de olmanın, ‘ev’in kendisini yaşamanın her sanatçı tarafından kendine özgü biçimde algılanmasıyla şekillenmiş. Necla Rüzgâr’ın ‘Forma’ isimli çalışması, evin hemen girişinde portmantoda asılı duran yüzlerce iğne saplı hemşire üniforması ve terliği; kamusaldan özele ilk adımın atıldığı yerde duran, çıkarılmış toplumsal kimliğin gerilimli nesneleri. Nancy Atakan’ın yatak odalarında yer alan ‘Hiçbir Yerde’ çalışması, bulutların üzerinde uyuyan iki kişinin düş ve bilinçaltı portresi. Hüsnü Dokak’ın ‘Linç’i, evin gösterişli salonunun duvarında, kanaviçe olarak işlenmiş gibi duran, geleneksel ile linç kavramını iç içe sokan bir çalışma. Evin ‘alaturka’ tuvaletinde ‘Şeyleri Özelleştirmek’ isimli işiyle Şefik Özcan, tuvalet kâğıdına yazdığı destansı metinlerle mahrem alanı daha da özel kılmış. Evin çocuk odasında, ranzanın hemen yanındaki çalışma masasında yer alan işi ‘Ev Ödevi’yle Gözde İlkin, savaşa gönderme yapan şiddet içerikli ya da dış dünyadan, çocuğun korunaklı dünyasına girmemesi gereken imgeleri bizzat okul gereçlerine yansıtarak tekinsiz bir müdahalenin varlığını, form olarak tam tersi renkli, çekici biçimlerle ortaya koymuş. Evin mutfağındaki leziz çörekler Menekşe Samancı’nın “Dayak/Yemek Kültürü” çalışması. “Kadının karnından sıpayı…” diye başlayan malum sözü “elini hamura bulayarak” yazan Menekşe, eril güçten öcünü kadınsı bir göndermeyle alıyor. Serginin bir diğer yemek ile gerçekleştirilen çalışması Aşkın Adan’a ait. Kuru fasulye-pilav-cacık mönüsünü plastik, kâğıt ve köpük malzemeler içinde masaya getiren Adan, fast food kültürünün dayatmacı dilini imliyor. Gülçin Aksoy, renkli bantlarla uyguladığı “Aklımda Bir Şey Var” çalışmasıyla genç odasında yerini alırken, Barış Seyitvan, pamuktan iplik yapmaya yarayan geleneksel araç ‘Teşi’yi holün tavanına uygulamış. Serginin gerçekleştiği ev, kuşkusuz yerinde görüldüğünde anlamını bulacak daha pek çok sanatçının çalışmasına ev sahipliği yapıyor. Ancak belki de en dikkat çekici çalışma Fatoş İrven’in ‘Kapı Aralığı’ idi. İrven’in kapısı yarı aralık karanlık odada giyinip süslendiği performansı, mahremiyetin önemini izleyicinin şaşkın tepkilerinde ölçüyordu.
Diyarbakırlı ve hatta çevre illerden gelen yüzlerce izleyici, tek gecede açılıp kapanan bu performatif sergiyi görmek için 22 Ocak akşamı mekânı tam anlamıyla doldurup taşırdı. Küratör Aydın’ın ailesiyle yaşadığı evde, yerdeki halıların kaldırılmasından başka hiçbir ev eşyasına dokunulmadan gerçekleşen sergi, “ana tanrıça kültünün devamı” ev sahibi Remziye Teyze’nin hoşgörüsü eşliğinde anlamını buldu. Şehrin yeni gelişen ve uzak bir bölgesinde yer alan evdeki sergiyi adresi bulup yedinci kata çıkıp görmeye gelenlerin, bir yabancının evini ansızın ziyarete teşvik eden medeni cesaretlerini bilahare kutlamak gerek.
Diyarbakırlı ve hatta çevre illerden gelen yüzlerce izleyici, tek gecede açılıp kapanan bu performatif sergiyi görmek için 22 Ocak akşamı mekânı tam anlamıyla doldurup taşırdı. Küratör Aydın’ın ailesiyle yaşadığı evde, yerdeki halıların kaldırılmasından başka hiçbir ev eşyasına dokunulmadan gerçekleşen sergi, “ana tanrıça kültünün devamı” ev sahibi Remziye Teyze’nin hoşgörüsü eşliğinde anlamını buldu. Şehrin yeni gelişen ve uzak bir bölgesinde yer alan evdeki sergiyi adresi bulup yedinci kata çıkıp görmeye gelenlerin, bir yabancının evini ansızın ziyarete teşvik eden medeni cesaretlerini bilahare kutlamak gerek.
17 Ocak 2011 Pazartesi
“YÜZDE YÜZ BARIŞ” BARIŞ İSTEYENLER SERGİSİ
http://www.adasanat.com.tr/guncel_det.php?id=YÜZDE%20YÜZ%20BARIŞ,%20BARIŞ%20İSTEYENLER%20SERGİSİ
http://www.facebook.com/profile.php?id=695973138#!/event.php?eid=192556077421883
“YÜZDE YÜZ BARIŞ” BARIŞ İSTEYENLER SERGİSİ
EMRE ZEYTİNOĞLU
Ülkeye şiddet ve kan getirenlerin barış anlayışları ile, gerçek barışı özleyenlerin anlayışları arasında bir fark olmalı....Yazık ki yine iletişimin kurbanı oluyoruz. İktidar mücadeleleri ve çıkar hesapları yüzünden ülkeyi hoyratça itip kakanlar ile, gerçek barışı özleyenlerin kendilerini ifade yöntemi aynı dil olduğu müddetçe, biz iki tarafın da kullandığı barış sözcüğünün anlamlarını aynı sanıyoruz. Fakat değil; bunlar hiç aynı şeyler değil.İşin daha da vahim yanı, bu dil sorununun pratik yaşamda iyice derinlere kök salması... Bir yerde şiddetin volkanı patlayınca, o volkanın çevreye yaydığı kızgın lavlar, önüne çıkan herkesi (o kişinin ne düşündüğüne hiç bakmadan) aynı yere doğru sürükler. Zorbalar ya da barışçılar, ülkelerini içtenlikle sevip barışı korumaya çalışanlar ya da o ülkeden çıkar umanlar, çıkarcı efendilere yanaşanlar ya da o yanaşmaları eleştirenler...Artık tümü, o lavın içinde yanıp kavrulmaya başlar ve giderek yanmış bedenleri birbirlerinden ayırabilmek olanaksız hale gelir. Bedenlerin birbirine karışmaya başladığı an, barış hakkında niyetlerin de birbirine karışmaya başladığı andır ki, işte bu noktada barış sözcüğünün ne anlattığı tam bir muammaya dönüşür. Bu yüzden ülkeleri için gerçekten barış isteyenlerin, kendi aralarında anlamsız yere birbirleriyle çatıştıkları bile olabilir. O halde burada yapılması gereken, kullanılıp duran bu barış sözcüğünün derinindeki değeri soğukkanlılıkla yeniden tanımlamak ve kandan arındırmaktır.Biz, bu sergide barıştan söz ediyoruz; barışmaktan değil… Daha açık bir söyleyişle, bir savaşın bitmesini istiyoruz; küskünlerin barışmasını değil… Çünkü birbirlerine küskün olanlar yok burada; ama dışarıda bir savaş var.Ve o savaşın nedeninin basit bir küskünlüğe bağlı olmadığını biliyoruz. Savaşın ilk nedeni her ne olursa olsun, kim haklı olursa olsun, şu anda bunların düşünülmesinin ve tartışılmasının anlamsız olduğunu da biliyoruz.Savaşın nedenlerini düşünmüyoruz ve tartışmıyoruz; yalnızca bugüne kadar on binlerce kişinin öldüğü bu savaşın bitirilmesini istiyoruz.Biz, bu savaştaki hasımlarız. Biz, karşılıklı savaşanların bir yanında yer alıyoruz. Biz, bu savaştaki düşmanlarız; öyle sayılıyor ve buna zorunlu bırakılıyoruz.Oysa bu durumu biz hazırlamadık, asla birbirimize küskün ya da düşman olmadık. Bunun en güçlü kanıtı bu sergidir işte… Biz, burada “barış isteyenler” olarak bir aradayız. Savaşın çıkmasına neden olmayanlar olarak, on binlerce insanın ölümüne neden olmayanlar olarak, fakat bir yandan da kendilerini birbirlerine hasım bulanlar ve bunu engelleyemeyenler olarak… Burada bir aradayız.Biz, bu sergideki hasımlar; bundan sonra ne ölmek ne de öldürmek istiyoruz.Ve biz, bu sergide yer alanlar; hasım olarak birbirimizi değil, bu savaşın devam etmesinden yana olanları görüyoruz.Daha da önemlisi, savaşın devam etmesinden çıkar sağlayanların, barış sözcüğünü tahrif etmesinden de büyük rahatsızlık duyuyoruz.Kesinlikle sorunların üzerini örtmek gibi bir amacımız yok. Ama bu savaşın başlangıç nedenlerini, haklıyı ya da haksızı, bundan sonra yapılması gerekenleri, o gerekenler üzerine doğacak düşünceleri ve tartışmaları, barışçı bir ortamda ve savaştan çıkar gözetenlerden farklı bir yerde durarak çözümlemek istiyoruz.Ülkeye şiddet ve kan getirenlerin kullandığı barış sözcüğü ile, bizim kullandığımız barış kavramını birbirinden ayırabilmek amacıyla da, estetik diline müracaat ediyoruz.Sonuçta biz, silahlardan ve kandan arınma anlamında, gerçek barışı isteyenleriz.
Seçkin AYDIN, 2011
"TahriK Gücü Yüksek Diyalog"
Tarih: 02 Şubat Çarşamba, 18:30 - 14 Şubat, 00:00
ADASANAT ETKİNLİK SALONU
İstiklal Caddesi No:108 Aznavur Pasajı Kat: 9
Istanbul, Turkey
14 Ocak 2011 Cuma
"EVvel mekân içinde" / "Once upon a time...a place"
EVvel mekân içinde…
Bireysel ve toplumsal kimliklerin oluşmasında beden ve Ev ilişkisinin önemli rolü vardır. Bachelard’a göre “Ev, beden bulan bir benliğin parçası haline gelir. Ev bedenin içindedir”.
Game ise Ev’i “korunma, sığınma, bütünleşme ve bir arada tutmanın benlik oluşturucu ilklerine işaret etmektedir: yani Ev devamlılık sağlamakta, öznenin dağılmasına bir tezat oluşturmaktadır”.
Ev, sakinlerinin kullanım şekli ve ilişkiler türüne göre hem özel alan hem de kamusal alan olarak ele alınabilir. Kamusal ile özelin kesiştiği, paslaştığı ve restleştiği “Arada” bir mekandır Ev.
Özel alan olarak Ev; dünya, kıta, ülke, bölge, kent, semt, mahalle/köy, sokak gibi genelden özele, içe doğru bir küçülme gösteren kamusal yerleşkelerin merkezinde konumlanması itibariyle din, kültür, bilim, ekonomi, sanat ve siyasetten bağımsız düşünülemez.
Ev’i özel alandan kamusal alana geçiş/araalan, “Eşik” olarak ele almak da mümkündür. Ev belli bir üretim, tüketim, dönüşüm mekanı olarak ele alındığında bu özel alan kamusal alana geçiş için bir soyunma/hazırlanma/dinlenme odası olarak da düşünülebilir.
Ve Ev mekanın ilk/saf halidir. Bir şehir, bir ülke hatta bir imparatorluk bile ev mantığının büyütülmüş, genelleştirilmiş halidir; korunma, ekonomi, popülasyon, üretim, kurallar…
Bu sergi, bir eve dönüş, bir kendine yöneliştir. Evi tekrar gözden geçirmektir.
Gerçek öyküleri, gerçek zaman ve gerçek mekana en yakın yerinden yakalayabilme çabasıdır.
Ev’de olmaktan ziyade Ev’in kendisini yaşamaktır.
Kendi yan(ıl)sımasını bir aynada izlemekten çok başkasının öyküsünde kendine bir rol biçmektir. Belki de hiç yaşamadığı bir gerçekliği başka bir hikayede kendine mal edebilmektir.
Marx’tan alıntıyla “Toplumsal Aralık” oluşturmaktır.
Empatidir…
Gerçek öyküleri, gerçek zaman ve gerçek mekana en yakın yerinden yakalayabilme çabasıdır.
Ev’de olmaktan ziyade Ev’in kendisini yaşamaktır.
Kendi yan(ıl)sımasını bir aynada izlemekten çok başkasının öyküsünde kendine bir rol biçmektir. Belki de hiç yaşamadığı bir gerçekliği başka bir hikayede kendine mal edebilmektir.
Marx’tan alıntıyla “Toplumsal Aralık” oluşturmaktır.
Empatidir…
Küratör: Seçkin Aydın
"Once upon a time...a place"
In the formation of Individualistic and socialistic identities, the being and home indeed play an important role. According to Bachelard, “Home becomes a piece of the identity which finds its body within. Home is, therefore, inside of the being”.
In the formation of Individualistic and socialistic identities, the being and home indeed play an important role. According to Bachelard, “Home becomes a piece of the identity which finds its body within. Home is, therefore, inside of the being”.
Game, however, points out the principles of “protection, sheltering, integration and holding it together; meaning, home not only provides continuity but also opposes to the dispersal of the being”.
Home, depending on the usage and the type of relations attached to it, becomes both private property and a public sphere. Among the intersection, interaction and the unwinding of both public and private, is when such a thing, home, exists.
As a private sphere Home cannot be considered independent from religion, culture, science, economy, art and politics because of the fact that it is in the center of public allocation units which become smaller, from general to specific; such as; the world, continent, country, region, city, town and the village.
Home can be considered as the threshold in which the transition from the public sphere to private is made self-evident. If considered as a place of production, consumption and transformation, Home can also be thought as the preparation/rest/dressing room for the transition from private to public.
And Home is the first/pure state of space. A city, a country, even an empire is the enlarged and generalized version of the understanding of home: protection, economy, population, production, rules…
This exhibition is an arrival to home and a rediscovery of one’s self. It is revising Home, once again. It is the effort of capturing the real stories as close to the real time and real space as possible.
Rather than being home, it is, in fact, living Home itself.
Instead of watching the reflection/ dillusion in the mirror, it is the action of taking a role in one’s story. Or maybe it is the arrogation of an unlived reality in another story.
In Marx’s words, it is composing the “Social Space”.
It is an empathy…
It is an empathy…
Curator: Seçkin Aydın
Sanatçılar/Artists:
Aşkın Adan
Gülçin Aksoy
Nancy Atakan
Samet Aydın
Hüsnü Dokak
Dilek Güneş
Aslı Işıksal
Gözde İlkin
Fatoş İrven
Uğur Orhan
Şefik Özcan
Necla Rüzgar
Menekşe Samancı
Barış Seyitvan
Özlem Tekdemir
Yasemin Nur Toksoy
13 Ocak 2011 Perşembe
TEN RENGİ
Aslı IŞIKSAL
Aysel ALVER
Aysel GÖZÜBÜYÜK
Belma ERSU
Cevahir ÖZDOĞAN
Erdal DUMAN
Esra SAĞLIK
Fırat ENGİN
Funda SUSAMOĞLU
Havva ALTUN
Mehmet Ali UYSAL
Necla RÜZGAR
Ozan BİLGİNER
Seçkin AYDIN
Şefik ÖZCAN
Serap EMMUNGİL
Serkan DEMİR
Tanzer ARIĞ
Ümmühan YÖRÜK
TEN RENGİ
Kafamızda oluşan ayrımcılığa ve ötekileştirmeye ait ilk düşünceler ten renginden aldığımız önyargılardan kaynaklanır. Birisini daha ayrıntılı ve doğru tanımadan ten rengine bakarak önyargılarımızın devreye girdiğini görürüz. Kara deri’ yi beyazların nasıl değerlendirdikleri başından bellidir. Şarışın bomba’ ya dair yazı ve ya söze dayalı hoş olmayan düşüncelerimizi nasıl dışa vurduğumuz gayet açıktır. Nasıl biri olduğunu anlatmasına fırsat vermeden, teninden dolayı Roman’lara da bu gözden bakarız..Ne de olsa, ten rengi ilk düşüncelerimizi oluşturmuştur, fazladan düşünmeye ne gerek var?
Bu ve benzeri örnekler her toplumda aynı güdülerle ortaya çıkar ve her toplum bu davranışı kanıksayarak tenden kaynaklı ayrımcılığı pek sorun etmez. Ta ki, ünlü bir şahsiyet ten renginden dolayı yapılan ayrımcılığa maruz kalıncaya kadar… “O gece first lady’i giydiren Hint asıllı modacı Naeem Khan tasarımı “gümüş payetli, ten rengi askısız elbise” olarak tanımlamıştı. Modacının dışında Amerikan Associated Press haber ajansı da elbiseyi tarif ederken “ten rengi” ifadesini kullandı.
Ancak şampanya renginden biraz daha koyu, kum renginden daha açığı tarif eden “ten rengi” ifadesi ırkçılık tartışması başlattı. İsmi açıklanmayan bir moda editörü “Kimin teni?
Michelle Obama’nınki değil” diyerek tepki gösterdi. Bunun üzerine ajans haberdeki ifadeyi “şampanya rengi” olarak değiştirdi.
Ayrıca ajans tartışmayı haber yaptı.” (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/14800983.asp).
Ayrıca ajans tartışmayı haber yaptı.” (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/14800983.asp).
Öyle ya, kimin teni? Ya da, çeşitliliklerine rağmen neden tüm insanların teni tek bir renk ile tarif ediliyor?
Öteki nin ve beriki nin zorunluluktan kaynaklı beraberliği, demokrasiye herkesten fazla düşkün olduklarını söyleyenler için sorun olmuştur. Yarım ve sorunlu düşünceleri ile demokrasi ve bireysel haklar havarisi kesilenler siyaset, cinsiyet ve inanç alanında oluşan kargaşanın neredeyse tek kaynağıdır. Tıpkı, tüm ten renklerinin tek bir renkle anlatılmak istenmesi gibi tüm çeşitli düşüncelere tek tip kalıp önermektedirler...
Asıl ilginç olan, ten renginden kaynaklı ayrımcılığa karşıymış gibi görünüp, kimin neye göre öteki olduğu konusunda, daha bilinçle ve ince ayarla kafa karışıklığı yaratarak kendisi gibi düşünmeyeni dışlayanların farkında olmamamızdır. Siyaset, ahlak ve inanç bütünlüğünü korumak adına kendi düşüncesini tek doğruymuş gibi herkese dayatanların ve uymayanları düşmandan sayanların sayısı herkesimden her geçen gün daha da artmaktadır.
Bu sosyal durumu “Ten Rengi” adıyla, ondokuz sanatçının ortaklaşa oluşturdukları bir sergi ile gündeme taşımak istedik. Sanatçıların tamamının Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden lisans ve ya yüksek lisans diplomalı olmalarının ve iki sanatçı hariç, hepsinin Ankara da yaşıyor olmalarının dışında benzerlikleri yok. Konuyu, farklı bakış açılarından farklı malzeme ve tekniklerle irdelemeye çalıştılar, Lanetli olan ötekinin sanatçılar için ne anlama geldiğini işlediler.
Seçkin AYDIN, "Müdahale"
50 x 70 cm
Dijital Baskı
2010
50 x 70 cm
Dijital Baskı
2010
Şefik ÖZCAN, "Gözün Hikayesi"
80 x 100 cm
Tuval Üzerine Dijital Baskı
2010
10-30 Ocak 2010 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde açık kalacak sergimize her türden katkı veren Ege Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Candeğer Yılmaz’ a, AKM Müdürü Sayın Serpil Zeytin’e ve çalışma arkadaşlarına sanatçı arkadaşlarım adına teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.
Hüsnü DOKAK
Sergi Küratörü
Sergi Küratörü
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)