28 Ocak 2011 Cuma

Elif Dastarlı- Birgün Gazetesi



http://www.birgun.net/culture_index.php?news_code=1296227396&year=2011&month=01&day=28


"EVvel mekan içinde"


Elif Dastarlı


Plastik sanatlar söz konusu olunca İstanbul ve dışını merkez-periferi ilişkisine göre tanımlamak, mevcut hegemon söylemi pekiştirmek anlamına geliyor aynı zamanda. Dolayısıyla Diyarbakır’da gerçekleştirilen ‘Evvel Mekân İçinde’ sergisinden, bunu yapmaktan kaçınarak bahsetmek gerek. Üstelik özellikle 90’larda kimlik meselesini başköşesine koyan bu coğrafyadan çıkan sanat biçimlerinin aksine, sanat tarihinin majör diline bir gönderme yapması nedeniyle serginin durduğu ayrıksı yerin altını da çizmeliyiz.


Özellikle Batılı sanatçıların yaşadıkları evlerde sergi gerçekleştiriyor olmaları ya da bir apartman dairesinden devşirme sanat galerisinde sergi izlemek alışıldık bir durum. Ancak bireysel ve toplumsal kimliklerin oluşmasında birinci sırada yer alan, bir nevi kabuğumuz, dışarıya atacağımız ilk adımın eşiği, ilksel/saf mekân olan ‘ev’, ‘Evvel Mekân İçinde’ sergisinin mekânı, konusu hatta bizzat kendisi haline gelmiş.


Hüsnü Dokak, Samet Aydın, Necla Rüzgar, Nancy Atakan, Yasemin Nur Toksoy, Gözde İlkin, Gülçin Aksoy, Barış Seyitvan, Şefik Özcan, Fatoş İrven, Aslı Işıksal, Özlem Tekdemir, Uğur Orhan, Menekşe Samancı, Aşkın Adan ve Dilek Güneş’in katıldığı serginin küratörü ise “iş başa düşmüştür” diyerek bu işe girişmiş olan Diyarbakırlı sanatçı Seçkin Aydın.



TOPLUMSAL KİMLİĞİN GERİLİMLİ NESNELERİ


Eve dönüşü ve aslında kendine yönelişi amaç edinen sergi, ‘ev’de olmanın, ‘ev’in kendisini yaşamanın her sanatçı tarafından kendine özgü biçimde algılanmasıyla şekillenmiş. Necla Rüzgâr’ın ‘Forma’ isimli çalışması, evin hemen girişinde portmantoda asılı duran yüzlerce iğne saplı hemşire üniforması ve terliği; kamusaldan özele ilk adımın atıldığı yerde duran, çıkarılmış toplumsal kimliğin gerilimli nesneleri. Nancy Atakan’ın yatak odalarında yer alan ‘Hiçbir Yerde’ çalışması, bulutların üzerinde uyuyan iki kişinin düş ve bilinçaltı portresi. Hüsnü Dokak’ın ‘Linç’i, evin gösterişli salonunun duvarında, kanaviçe olarak işlenmiş gibi duran, geleneksel ile linç kavramını iç içe sokan bir çalışma. Evin ‘alaturka’ tuvaletinde ‘Şeyleri Özelleştirmek’ isimli işiyle Şefik Özcan, tuvalet kâğıdına yazdığı destansı metinlerle mahrem alanı daha da özel kılmış. Evin çocuk odasında, ranzanın hemen yanındaki çalışma masasında yer alan işi ‘Ev Ödevi’yle Gözde İlkin, savaşa gönderme yapan şiddet içerikli ya da dış dünyadan, çocuğun korunaklı dünyasına girmemesi gereken imgeleri bizzat okul gereçlerine yansıtarak tekinsiz bir müdahalenin varlığını, form olarak tam tersi renkli, çekici biçimlerle ortaya koymuş. Evin mutfağındaki leziz çörekler Menekşe Samancı’nın “Dayak/Yemek Kültürü” çalışması. “Kadının karnından sıpayı…” diye başlayan malum sözü “elini hamura bulayarak” yazan Menekşe, eril güçten öcünü kadınsı bir göndermeyle alıyor. Serginin bir diğer yemek ile gerçekleştirilen çalışması Aşkın Adan’a ait. Kuru fasulye-pilav-cacık mönüsünü plastik, kâğıt ve köpük malzemeler içinde masaya getiren Adan, fast food kültürünün dayatmacı dilini imliyor. Gülçin Aksoy, renkli bantlarla uyguladığı “Aklımda Bir Şey Var” çalışmasıyla genç odasında yerini alırken, Barış Seyitvan, pamuktan iplik yapmaya yarayan geleneksel araç ‘Teşi’yi holün tavanına uygulamış. Serginin gerçekleştiği ev, kuşkusuz yerinde görüldüğünde anlamını bulacak daha pek çok sanatçının çalışmasına ev sahipliği yapıyor. Ancak belki de en dikkat çekici çalışma Fatoş İrven’in ‘Kapı Aralığı’ idi. İrven’in kapısı yarı aralık karanlık odada giyinip süslendiği performansı, mahremiyetin önemini izleyicinin şaşkın tepkilerinde ölçüyordu.


Diyarbakırlı ve hatta çevre illerden gelen yüzlerce izleyici, tek gecede açılıp kapanan bu performatif sergiyi görmek için 22 Ocak akşamı mekânı tam anlamıyla doldurup taşırdı. Küratör Aydın’ın ailesiyle yaşadığı evde, yerdeki halıların kaldırılmasından başka hiçbir ev eşyasına dokunulmadan gerçekleşen sergi, “ana tanrıça kültünün devamı” ev sahibi Remziye Teyze’nin hoşgörüsü eşliğinde anlamını buldu. Şehrin yeni gelişen ve uzak bir bölgesinde yer alan evdeki sergiyi adresi bulup yedinci kata çıkıp görmeye gelenlerin, bir yabancının evini ansızın ziyarete teşvik eden medeni cesaretlerini bilahare kutlamak gerek.

17 Ocak 2011 Pazartesi

“YÜZDE YÜZ BARIŞ” BARIŞ İSTEYENLER SERGİSİ


http://www.adasanat.com.tr/guncel_det.php?id=YÜZDE%20YÜZ%20BARIŞ,%20BARIŞ%20İSTEYENLER%20SERGİSİ

http://www.facebook.com/profile.php?id=695973138#!/event.php?eid=192556077421883



“YÜZDE YÜZ BARIŞ” BARIŞ İSTEYENLER SERGİSİ


EMRE ZEYTİNOĞLU


Ülkeye şiddet ve kan getirenlerin barış anlayışları ile, gerçek barışı özleyenlerin anlayışları arasında bir fark olmalı....Yazık ki yine iletişimin kurbanı oluyoruz. İktidar mücadeleleri ve çıkar hesapları yüzünden ülkeyi hoyratça itip kakanlar ile, gerçek barışı özleyenlerin kendilerini ifade yöntemi aynı dil olduğu müddetçe, biz iki tarafın da kullandığı barış sözcüğünün anlamlarını aynı sanıyoruz. Fakat değil; bunlar hiç aynı şeyler değil.İşin daha da vahim yanı, bu dil sorununun pratik yaşamda iyice derinlere kök salması... Bir yerde şiddetin volkanı patlayınca, o volkanın çevreye yaydığı kızgın lavlar, önüne çıkan herkesi (o kişinin ne düşündüğüne hiç bakmadan) aynı yere doğru sürükler. Zorbalar ya da barışçılar, ülkelerini içtenlikle sevip barışı korumaya çalışanlar ya da o ülkeden çıkar umanlar, çıkarcı efendilere yanaşanlar ya da o yanaşmaları eleştirenler...Artık tümü, o lavın içinde yanıp kavrulmaya başlar ve giderek yanmış bedenleri birbirlerinden ayırabilmek olanaksız hale gelir. Bedenlerin birbirine karışmaya başladığı an, barış hakkında niyetlerin de birbirine karışmaya başladığı andır ki, işte bu noktada barış sözcüğünün ne anlattığı tam bir muammaya dönüşür. Bu yüzden ülkeleri için gerçekten barış isteyenlerin, kendi aralarında anlamsız yere birbirleriyle çatıştıkları bile olabilir. O halde burada yapılması gereken, kullanılıp duran bu barış sözcüğünün derinindeki değeri soğukkanlılıkla yeniden tanımlamak ve kandan arındırmaktır.Biz, bu sergide barıştan söz ediyoruz; barışmaktan değil… Daha açık bir söyleyişle, bir savaşın bitmesini istiyoruz; küskünlerin barışmasını değil… Çünkü birbirlerine küskün olanlar yok burada; ama dışarıda bir savaş var.Ve o savaşın nedeninin basit bir küskünlüğe bağlı olmadığını biliyoruz. Savaşın ilk nedeni her ne olursa olsun, kim haklı olursa olsun, şu anda bunların düşünülmesinin ve tartışılmasının anlamsız olduğunu da biliyoruz.Savaşın nedenlerini düşünmüyoruz ve tartışmıyoruz; yalnızca bugüne kadar on binlerce kişinin öldüğü bu savaşın bitirilmesini istiyoruz.Biz, bu savaştaki hasımlarız. Biz, karşılıklı savaşanların bir yanında yer alıyoruz. Biz, bu savaştaki düşmanlarız; öyle sayılıyor ve buna zorunlu bırakılıyoruz.Oysa bu durumu biz hazırlamadık, asla birbirimize küskün ya da düşman olmadık. Bunun en güçlü kanıtı bu sergidir işte… Biz, burada “barış isteyenler” olarak bir aradayız. Savaşın çıkmasına neden olmayanlar olarak, on binlerce insanın ölümüne neden olmayanlar olarak, fakat bir yandan da kendilerini birbirlerine hasım bulanlar ve bunu engelleyemeyenler olarak… Burada bir aradayız.Biz, bu sergideki hasımlar; bundan sonra ne ölmek ne de öldürmek istiyoruz.Ve biz, bu sergide yer alanlar; hasım olarak birbirimizi değil, bu savaşın devam etmesinden yana olanları görüyoruz.Daha da önemlisi, savaşın devam etmesinden çıkar sağlayanların, barış sözcüğünü tahrif etmesinden de büyük rahatsızlık duyuyoruz.Kesinlikle sorunların üzerini örtmek gibi bir amacımız yok. Ama bu savaşın başlangıç nedenlerini, haklıyı ya da haksızı, bundan sonra yapılması gerekenleri, o gerekenler üzerine doğacak düşünceleri ve tartışmaları, barışçı bir ortamda ve savaştan çıkar gözetenlerden farklı bir yerde durarak çözümlemek istiyoruz.Ülkeye şiddet ve kan getirenlerin kullandığı barış sözcüğü ile, bizim kullandığımız barış kavramını birbirinden ayırabilmek amacıyla da, estetik diline müracaat ediyoruz.Sonuçta biz, silahlardan ve kandan arınma anlamında, gerçek barışı isteyenleriz.

Seçkin AYDIN, 2011
"TahriK Gücü Yüksek Diyalog"


Tarih: 02 Şubat Çarşamba, 18:30 - 14 Şubat, 00:00

ADASANAT ETKİNLİK SALONU
İstiklal Caddesi No:108 Aznavur Pasajı Kat: 9
Istanbul, Turkey


14 Ocak 2011 Cuma

"EVvel mekân içinde" / "Once upon a time...a place"




EVvel mekân içinde…


Bireysel ve toplumsal kimliklerin oluşmasında beden ve Ev ilişkisinin önemli rolü vardır. Bachelard’a göre “Ev, beden bulan bir benliğin parçası haline gelir. Ev bedenin içindedir”.
Game ise Ev’i “korunma, sığınma, bütünleşme ve bir arada tutmanın benlik oluşturucu ilklerine işaret etmektedir: yani Ev devamlılık sağlamakta, öznenin dağılmasına bir tezat oluşturmaktadır”.

Ev, sakinlerinin kullanım şekli ve ilişkiler türüne göre hem özel alan hem de kamusal alan olarak ele alınabilir. Kamusal ile özelin kesiştiği, paslaştığı ve restleştiği “Arada” bir mekandır Ev.
Özel alan olarak Ev; dünya, kıta, ülke, bölge, kent, semt, mahalle/köy, sokak gibi genelden özele, içe doğru bir küçülme gösteren kamusal yerleşkelerin merkezinde konumlanması itibariyle din, kültür, bilim, ekonomi, sanat ve siyasetten bağımsız düşünülemez.

Ev’i özel alandan kamusal alana geçiş/araalan, “Eşik” olarak ele almak da mümkündür. Ev belli bir üretim, tüketim, dönüşüm mekanı olarak ele alındığında bu özel alan kamusal alana geçiş için bir soyunma/hazırlanma/dinlenme odası olarak da düşünülebilir.

Ve Ev mekanın ilk/saf halidir. Bir şehir, bir ülke hatta bir imparatorluk bile ev mantığının büyütülmüş, genelleştirilmiş halidir; korunma, ekonomi, popülasyon, üretim, kurallar…

Bu sergi, bir eve dönüş, bir kendine yöneliştir. Evi tekrar gözden geçirmektir.
Gerçek öyküleri, gerçek zaman ve gerçek mekana en yakın yerinden yakalayabilme çabasıdır.
Ev’de olmaktan ziyade Ev’in kendisini yaşamaktır.
Kendi yan(ıl)sımasını bir aynada izlemekten çok başkasının öyküsünde kendine bir rol biçmektir. Belki de hiç yaşamadığı bir gerçekliği başka bir hikayede kendine mal edebilmektir.
Marx’tan alıntıyla “Toplumsal Aralık” oluşturmaktır.
Empatidir…


Küratör: Seçkin Aydın


"Once upon a time...a place"

In the formation of Individualistic and socialistic identities, the being and home indeed play an important role. According to Bachelard, “Home becomes a piece of the identity which finds its body within. Home is, therefore, inside of the being”.
Game, however, points out the principles of “protection, sheltering, integration and holding it together; meaning, home not only provides continuity but also opposes to the dispersal of the being”.

Home, depending on the usage and the type of relations attached to it, becomes both private property and a public sphere. Among the intersection, interaction and the unwinding of both public and private, is when such a thing, home, exists.
As a private sphere Home cannot be considered independent from religion, culture, science, economy, art and politics because of the fact that it is in the center of public allocation units which become smaller, from general to specific; such as; the world, continent, country, region, city, town and the village.

Home can be considered as the threshold in which the transition from the public sphere to private is made self-evident. If considered as a place of production, consumption and transformation, Home can also be thought as the preparation/rest/dressing room for the transition from private to public.
And Home is the first/pure state of space. A city, a country, even an empire is the enlarged and generalized version of the understanding of home: protection, economy, population, production, rules…

This exhibition is an arrival to home and a rediscovery of one’s self. It is revising Home, once again. It is the effort of capturing the real stories as close to the real time and real space as possible.
Rather than being home, it is, in fact, living Home itself.
Instead of watching the reflection/ dillusion in the mirror, it is the action of taking a role in one’s story. Or maybe it is the arrogation of an unlived reality in another story.
In Marx’s words, it is composing the “Social Space”.
It is an empathy…

Curator: Seçkin Aydın


Sanatçılar/Artists:

Aşkın Adan
Gülçin Aksoy
Nancy Atakan
Samet Aydın
Hüsnü Dokak
Dilek Güneş
Aslı Işıksal
Gözde İlkin
Fatoş İrven
Uğur Orhan
Şefik Özcan
Necla Rüzgar
Menekşe Samancı
Barış Seyitvan
Özlem Tekdemir
Yasemin Nur Toksoy

13 Ocak 2011 Perşembe

TEN RENGİ





Aslı IŞIKSAL
Aysel ALVER
Aysel GÖZÜBÜYÜK
Belma ERSU
Cevahir ÖZDOĞAN
Erdal DUMAN
Esra SAĞLIK
Fırat ENGİN
Funda SUSAMOĞLU
Havva ALTUN
Mehmet Ali UYSAL
Necla RÜZGAR
Ozan BİLGİNER
Seçkin AYDIN
Şefik ÖZCAN
Serap EMMUNGİL
Serkan DEMİR
Tanzer ARIĞ
Ümmühan YÖRÜK


TEN RENGİ

Kafamızda oluşan ayrımcılığa ve ötekileştirmeye ait ilk düşünceler ten renginden aldığımız önyargılardan kaynaklanır. Birisini daha ayrıntılı ve doğru tanımadan ten rengine bakarak önyargılarımızın devreye girdiğini görürüz. Kara deri’ yi beyazların nasıl değerlendirdikleri başından bellidir. Şarışın bomba’ ya dair yazı ve ya söze dayalı hoş olmayan düşüncelerimizi nasıl dışa vurduğumuz gayet açıktır. Nasıl biri olduğunu anlatmasına fırsat vermeden, teninden dolayı Roman’lara da bu gözden bakarız..Ne de olsa, ten rengi ilk düşüncelerimizi oluşturmuştur, fazladan düşünmeye ne gerek var?

Bu ve benzeri örnekler her toplumda aynı güdülerle ortaya çıkar ve her toplum bu davranışı kanıksayarak tenden kaynaklı ayrımcılığı pek sorun etmez. Ta ki, ünlü bir şahsiyet ten renginden dolayı yapılan ayrımcılığa maruz kalıncaya kadar… “O gece first lady’i giydiren Hint asıllı modacı Naeem Khan tasarımı “gümüş payetli, ten rengi askısız elbise” olarak tanımlamıştı. Modacının dışında Amerikan Associated Press haber ajansı da elbiseyi tarif ederken “ten rengi” ifadesini kullandı.
Ancak şampanya renginden biraz daha koyu, kum renginden daha açığı tarif eden “ten rengi” ifadesi ırkçılık tartışması başlattı. İsmi açıklanmayan bir moda editörü “Kimin teni?

Michelle Obama’nınki değil” diyerek tepki gösterdi. Bunun üzerine ajans haberdeki ifadeyi “şampanya rengi” olarak değiştirdi.
Ayrıca ajans tartışmayı haber yaptı.” (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/14800983.asp).

Öyle ya, kimin teni? Ya da, çeşitliliklerine rağmen neden tüm insanların teni tek bir renk ile tarif ediliyor?

Öteki nin ve beriki nin zorunluluktan kaynaklı beraberliği, demokrasiye herkesten fazla düşkün olduklarını söyleyenler için sorun olmuştur. Yarım ve sorunlu düşünceleri ile demokrasi ve bireysel haklar havarisi kesilenler siyaset, cinsiyet ve inanç alanında oluşan kargaşanın neredeyse tek kaynağıdır. Tıpkı, tüm ten renklerinin tek bir renkle anlatılmak istenmesi gibi tüm çeşitli düşüncelere tek tip kalıp önermektedirler...

Asıl ilginç olan, ten renginden kaynaklı ayrımcılığa karşıymış gibi görünüp, kimin neye göre öteki olduğu konusunda, daha bilinçle ve ince ayarla kafa karışıklığı yaratarak kendisi gibi düşünmeyeni dışlayanların farkında olmamamızdır. Siyaset, ahlak ve inanç bütünlüğünü korumak adına kendi düşüncesini tek doğruymuş gibi herkese dayatanların ve uymayanları düşmandan sayanların sayısı herkesimden her geçen gün daha da artmaktadır.

Bu sosyal durumu “Ten Rengi” adıyla, ondokuz sanatçının ortaklaşa oluşturdukları bir sergi ile gündeme taşımak istedik. Sanatçıların tamamının Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden lisans ve ya yüksek lisans diplomalı olmalarının ve iki sanatçı hariç, hepsinin Ankara da yaşıyor olmalarının dışında benzerlikleri yok. Konuyu, farklı bakış açılarından farklı malzeme ve tekniklerle irdelemeye çalıştılar, Lanetli olan ötekinin sanatçılar için ne anlama geldiğini işlediler.


Seçkin AYDIN, "Müdahale"
50 x 70 cm
Dijital Baskı
2010


Şefik ÖZCAN, "Gözün Hikayesi"
80 x 100 cm
Tuval Üzerine Dijital Baskı
2010

10-30 Ocak 2010 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde açık kalacak sergimize her türden katkı veren Ege Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Candeğer Yılmaz’ a, AKM Müdürü Sayın Serpil Zeytin’e ve çalışma arkadaşlarına sanatçı arkadaşlarım adına teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.

Hüsnü DOKAK
Sergi Küratörü